14 Kasım 2024 Perşembe

HER ŞEYİN RUHU VARDIR-İLKEL ATALARIMIZDAN MODERN DÜNYAYA ANİMİZM

 Animizmle ilgili yazıma geçmeden önce okuyucuya son derece animist biri olduğumu belirtmem gerekir. Örneğin yaptığım keki fırına “uğurladıktan” sonra arkasından el sallamam (uğurladığımız şeylerin genellikle “insanlar” olduğu göz önüne alınırsa burada “fırına göndermek”, “fırına koymak” vb. diğer ifadeler varken neden uğurlamak fiilini tercih ettiğim de animistlik derecemi gösteriyor olsa gerek=)), otomobil, bisiklet vb. kullandığım araçlara isim vermem ve onlarla duygusal bağ kurmam, evim ya da evimdeki eşyaların tozunu almadığım zaman bana küstüklerini düşünmem ve yazıyı çok fazla uzatmamak için burada sıralamadığım daha pek çok örnek, cansız varlıkların bir ruhu olduğuna gönülden inanmamla ilgilidir. Hayvanlara ve ağaçlara zaten değinmiyorum bile. Zira cansız varlıkların dahi ruhu olduğunu düşünen animist birinin hayvanların ve ağaçların ruhu olmadığını düşünmesi beklenemez. Peki bu girişi neden yaptım? Okuyucuya animist biri olduğum bilgisini neden verme ihtiyacı duydum? Bunu yazının sonlarına doğru anlayacaksınız.

İlk paragrafta verdiğim kişisel örneklerden de anlaşılabileceği üzere animizm, doğadaki canlı ya da cansız her şeyin bir ruhu olduğuna yönelik inanışla ilgilidir. İlk olarak antropolog Edward Tylor tarafından 1871 yılında Primitive Culture isimli eserde tüm dinlerin temelini açıklamak için bir “din teorisi” olarak ortaya atılan animizm, dinsel inancın ilkel insanların cansız nesnelere canlılık, yani ruh atfetme yanılgısından kaynaklandığını ileri sürer. Peki ilkel insanlar cansız nesnelere neden ruh atfetmişlerdir? Bunun sebebini Tylor, dini düşüncenin insanların ruhlara ve ruhanî varlıklara inanmalarıyla başladığını öne sürerek açıklar. Ruhlara inanç ise ilkel insanın uyku ve uyanıklık hâli arasındaki ayrımı yapamaması sonucunda ortaya çıkar. Örneğin ilkel insan rüyasında bir yılanın saldırısına uğramışsa gerçekte de yılanın saldırısına uğradığını düşünür ve buna uygun sağaltma uygulamaları gerçekleştirir. Benzer şekilde, rüyasında ölmüş akrabalarıyla ya da arkadaşlarıyla karşılaşan ilkel insan gerçekte de onların ziyaret ettiğini düşünür. İlkel insanın rüyayla gerçek arasındaki farkı algılayamamasından kaynaklı tüm bu düşünceleri, ilkel insanda bedenden çıkıp dolaşan bir ruh olduğu düşüncesinin doğmasını beraberinde getirmiştir.

Ruh, ilkel insanın inancına göre gayet akışkan ve bir o kadar da hareketlidir. İnsanın ağız ve burun gibi deliklerinden kolaylıkla girip çıkabilir. Yokluğunda hastalık ve ölüm getirebilir. Ünlü antropolog James Frazer, Altın Dal isimli eserinde bu konuyla ilgili çok çarpıcı bir örnek verir. Frazer’ın örneğine göre ilkel insanlar, hasta insanların burun ve göbek deliklerine ruhları uçup gitmesin diye, giderse de takılıp geri dönsün diye balık oltası takmışlardır. Buna ek olarak uyuyan bir insanın uyandırılması da ruhun söz konusu hareketliliği sebebiyle çok tehlikeli görülmüştür. Zira uyurken ruhun bedeni terk ettiği düşünüldüğünden kişinin istemsizce uyandırılmasıyla bedeni terk etmiş olan ruhun bedene tekrar dönemeyeceğinden, böylece kişinin hastalanacağından endişe duyulmuştur. Ruhları burunlarından ve ağızlarından kaçıp gitmesin diye bazı Afrika sultanlarının yüzlerini peçeyle örtmeleri de ruhun hareketliliği ve ruhun beden deliklerinden kaçıp gidebilmesi gibi inanışların bir sonucu olarak söz konusu eserde ifade edilmiştir. Hatta ilgili eserde, günümüzde kullanılan “yüreği ağzına gelmek” deyiminin çıkış noktası da ruhun hareketliliğine olan inançla ilişkilendirilmiştir.

James Frazer'in Türkçede Altın Dal olarak bilinen muhteşem eserinin kapak görseli

Ruhun hareketliliğine olan inanç, ölen kişilerin ruhunun insanları terk etmediğine, yaşayanlar arasında dolaştığına, hatta yaşayanların bedenlerine girip çıkabildiğine yönelik inanışı beraberinde getirmiştir. Yaşayan insanların deneyimledikleri iyi ve kötü olaylar, bedenlerine giren bu ruhlara bağlanmıştır. Bu sebeple “ruhları memnun etmek için” onlara adak adamak, onlara dua etmek ve kurban kesmek gibi uygulamalar başlamıştır. Canlılar arasında dolaşan bu ruhların doğadaki ağaç, taş, kaya vb. herhangi bir şeyin içinde olabileceğine yönelik inanç, canlı veya cansız her şeyin bir ruhu olabileceği inancını doğurmuştur. Bu inanç sebebiyle ve tabii bu ruhları kızdırıp başlarına kötü bir şey gelmesin diye ilkel insanlar, doğadaki her şeye saygılı davranmış, her şeyi kutsal görmüşlerdir.

Ruhun her şeyin içinde olabileceğine, yani animizme yönelik inanışın izlerini Türk mitolojisinde de görmek mümkündür. Türk mitolojisine göre ölmüşlerin ruhları, onları hatırlayan ve anan kişiler oldukça yaşar. Ölmüşler artık hatırlanmadıklarında ve anılmadıklarında ise ruhları yavaş yavaş “çözülmeye” başlar. Çözülen ruhların parçaları eşyalara, taşlara, ağaçlara vb. her şeye sirayet edebilir. Bu sebeple Türk mitolojisine göre de canlı veya cansız her şeyin bir ruhu vardır. Bu noktada aklıma “Acaba Rowling, Harry Potter evrenini oluştururken Türk mitolojisinden mi etkilendi?” sorusu gelmedi değil. Zira Harry Potter evreninde büyücülerin “ruh parçalarını” barındıran hortcruxlar, oluşum mantığı itibarıyla çözülen ruh parçalarına bir hâyli benziyor. Öte yandan koskoca Tolkien, Yüzüklerin Efendisi evrenini yaratırken Dede Korkut hikâyelerinden (bakınız: Tepegöz) etkilendiyse Rowling’in de Türk mitolojisinden etkilenmesi pekâlâ mümkün.

İlkel insanların ruhla ilgili inanışı, ruhun hareketli olması, bu sebeple her şeyin içinde olabilmesi ve beden deliklerinden uçup gidebilmesiyle sınırlı değildir. İlkel insana göre ruh sadece bedeni aşkın bir şekilde doğadaki canlı/cansız her şeyin içinde değil, bedenden çıkan saç, ter, tırnak vb. her türlü kalıntının da içindedir. İşte bu sebepledir ki ilkel insanlar her türlü bedensel kalıntısına, bu kalıntılar kötü niyetli kişilerin eline geçmesin ve başlarına böylece kötü bir şey gelmesin diye sahip çıkmışlardır. Hatta Madagaskar’daki Betsileo etnik grubunda Ramanga diye tabir edilen kişiler, bu inanışın bir sonucu olarak kabile soylularının dökülen kan, tırnak, saç vb. bedensel kalıntılarını yemekle (!) görevlendirilmişlerdir. Zira ilkel insanlar, bedenlerinden çıkan bu tür kalıntılarında ruhlarından bir parça olduğunu düşündüklerinden bu kalıntıları ele geçiren birinin iyi veya kötü niyetinden ruhlarının, dolayısıyla kendilerinin etkilenebileceğini düşünmüşlerdir.  

İlkel insanların ruh ve/veya her şeyin bir ruhu olduğu inancını “ilkel” buluyor veya bu tür inançların “çook geçmişte” kaldığını düşünüyorsanız yanılıyor olabilirsiniz. Zira günümüz “modern” insanının da bu konuda ilkel insanlardan pek aşağı kalır bir yanı yok. Örneğin konuyla ilgili okuduğum akademik bir makalede Betsileo etnik grubunun “ilkel inanışının” modern bir versiyonu hakkında bir örnek vardı. İlgili örnekte “modern” Amerikalıların AIDS hastalarına “kan vermekten” çekindikleri belirtiliyordu. Makalenin yazarları, bu çekinceyi Betsileo etnik grubundaki çekinceyle ilişkilendirerek açıklamış, modern Amerikalıların AIDS’li bir hastaya kanlarını verirlerse kendilerinin de bu hastalığa yakalanabileceğine inanmalarına bağlamışlardır. Dolayısıyla kanı, teri, saçı vb. bedensel bir kalıntısı kötü niyetli birinin eline geçerse başına kötü bir şey (hastalık vb.) geleceğine inanan ilkel atalarımızın bu inanışıyla, kanını AIDS’li bir hastaya veren modern bir Amerikalının bu sebeple kötü bir hastalığa yakalanabileceğine yönelik inanışı arasındaki benzerlik, modern insan ile ilkel insan arasında sanıldığı kadar büyük bir farkın olmadığına bir işaret olabilir. Öte yandan bu yazının başında animist biri olduğumdan bahsettiğimi ve günlük hayatımdan buna ilişkin örnekler verdiğimi hatırlayınız. Bu konuda yalnız olmadığıma eminim. Belki bu yazıyı okurken siz de animizm temelli birtakım davranışlara sahip olduğunuzu fark etmişsinizdir. Kendi çevremden örnek verecek olursam, bazı arkadaşlarımın ikinci el eşyaları ve antika eşyaları, bu eşyaların önceki sahibinin ruhunu ve enerjisini taşıdıklarını, onların enerjisiyle yüklendiklerini, bu enerjinin kendilerine iyi gelmeyeceğini düşündükleri için almaktan kaçındıklarını söyleyebilirim. Dolayısıyla eşyanın bir ruhu olduğuna ve ruhun hareketliliğine (bulaşıcılığına)  yönelik inanışları sebebiyle arkadaşlarımın da animist özellik gösterdiklerini ifade edebilirim.  

Cansız varlıklara canlılık atfetmemiz, başka bir deyişle animist doğamız belki de annelerimizin biz daha çocukken bitiremediğimiz yemekler için söyledikleri “yemezsen arkandan ağlar amaa…” sözlerinin ya da ayağımızı çarptığımız koltuk kenarlarını/masaları/sandalyeleri “azarlamalarının” bir sonucudur. Belki de ilkel atalarımızdan gelen genetik bir mirastır. Kesin olan bir şey var ki animizm, ilkel atalarımızla başlayıp onlarla bitmemiştir. “Modern” dünyada da hâlâ varlığını sürdürmektedir. Hatta geçenlerde YouTube’da denk geldiğim bir videoda içerik üreticisinin tam olarak şu uyarısına maruz kaldım:

“Lütfen dökülen saçlarınızı çöpe atmayınız. Saçınız bedeninizden kopmuş olsa da hâlâ sizinle bağlantı hâlindedir. Dolayısıyla saçınızın çöpte kirlenmesi sizi de etkileyebilir. Bu sebeple saçlarınızı toprağa gömünüz!”

İçerik üreticisinin söz konusu videosu altında bu uyarıyı ciddiye aldığını söyleyen pek çok yorum vardı… (Bir not: Ben işi daha bu noktalara kadar getirmedim, “yok yahu, bu kadar da değil, insanları bu kadar tribe sokmanın bir âlemi var mı?!…” diyenlerdenim =))

“Lütfen eskimiş kıyafetlerinizden yer bezi, toz bezi yapmayınız. Çünkü eşyalarınız sizin enerjinizi (ruhunuzu) taşır. Bu yüzden yer bezi, toz bezi yaptığınız bu bezler sıkıldıkça, kullanıldıkça, üzerine basıldıkça bu size olumsuz yönde geri döner, size kötü şans getirir…”

Yukarıdaki sözler ise YouTube’da denk geldiğim bir diğer videoda içerik üreticisi tarafından söyleniyordu. Videonun altında bu sözleri destekleyen pek çok yorum vardı. Hatta bir daha ikinci el kıyafet almayacağını, eşyalarını başkalarıyla paylaşmayacağını/ başkalarına vermeyeceğini, eskimiş eşyalarını toz bezine dönüştürmek yerine saklayacağını (!) ifade eden pek çok “modern insan” yorumu…

Bu “modern insan” yorumları, yukarıda örneğini verdiğim “modern Amerikalıların” AIDS’li hastalara kan vermekten duydukları çekince, yazının başında kendimle ilgili verdiğim örnekler ve çevremdeki bazı arkadaşlarımın ikinci el eşyalara ve antika eşyalara olan bakış açılarını düşündüğümde James Frazer’ın şu sözleri benim için daha da anlamlı bir hâle geldi:

““Bütün olup bitenlerden sonra, bizim yabanıllara olan benzerliklerimiz, onlardan ayrıldığımız taraflardan sayıca çok daha fazladır. Yüzlerce yıldır bize aktarılmakta olan bir servetin mirasçıları gibiyiz biz. Bu nedenle yabanıl çağların ve ırkların düşüncelerini gözden geçirirken onların hatalarına hakikatin peşinde koşarken yapılmış kaçınılmaz sürçmeler olarak sevecenlikle bakmak ve günün birinde bizim de gerek duyabileceğimiz hoşgörüyü göstermek akıllılık olacaktır”

Gerekli bir not= Her ne kadar animist biri olsam da ikinci el eşyalara ya da eski eşyaların dönüştürülmesine yönelik yukarıda belirttiğim YouTube yorumlarına katılmadığımı, bu yorumları doğru bulmadığımı söylemek isterim. Çünkü bana göre eskimiş bir tişörtten çok az bir şey camları pırıl pırıl yapıyor. Öte yandan YouTube’daki bu “modern insan yorumları”, ilkel insanların modern insanlardan “doğaya olan saygı” noktasında ayrıldıklarını gösterir nitelikte. Zira bir tişörtün üretilmesi için tonlarca su harcandığı göz önünde bulundurulursa kaynakların korunması, böylece doğaya olan saygı ve çevreyi korumak için ikinci el eşya kullanımı pekâlâ tercih edilebilir. Böylece doğadaki her şeyin bir ruhu olduğunu düşünerek doğaya kutsallık atfetmiş olan ilkel atalarımızın mertebesine “yükselebiliriz”. Oysaki günümüz “modern insanının” tonlarca israf yaptığını, çılgınca tükettiğini, ağaçları, ormanları, hayvanları, yani doğaya ait güzel olan ne varsa katlettiğini gördükçe doğaya kutsallık atfedip ona gözü gibi bakan “ilkel atalarından” çoook uzaklaştığını söylemek mümkün. Bu noktada kim ilkel (mecazi anlamda), kim modern? Bence koskocaman bir soru işareti???

 

Mor Nazar Boncuğunun Bana Çağrıştırdıkları

Geçtiğimiz günlerde yeni bir dükkân açan yakın arkadaşıma hediye olarak mor bir nazar boncuğu getirdim. Arkadaşımın mor nazar boncuğuna verd...