“Bu bulguların pratik faydası nedir?”
“Bu bulguların ‘pratisyenlere’ (yani
uygulayıcılara) katkısı nedir?”
“Bu bilgi/bulgu kimin ne işine yarayacak?”
Yukarıdaki
sorular veya bunlara benzer diğer sorular, akademik bir dergiye
değerlendirilmek üzere gönderilen ve “pratik faydası” yeterince tartışılmamış
bir çalışmanın yazarına, hakemler tarafından gelebilecek olası sorulardır. Bu
sorularla karşılaşan yazar, akademik çalışmasından elde ettiği bulgularla
uygulayıcılara yol gösterici olabilecek öneriler sıralamaya çalışır. Yazar bir
sosyal bilimciyse bu noktada işi çok da kolay olmayabilir. Zira sosyal bilimler
alanında yazılmış bir makale çalışmasından elde edilen bulgular çoğunlukla
soyut yani düşünsel düzeydedir. Sosyal bilimcinin, üzerinde belki de yıllarını
harcayarak geliştirdiği bir teorinin toplumsal fayda sağlayıp sağlamayacağı
belirsizdir ya da toplumsal etkisi gecikmelidir. Yani geliştirilen bir teorinin
etkisini ölçmek için “uzunca bir süre” boylamsal çalışmalar yapılması gerekir.
Dolayısıyla bir mühendislik ya da tıp bilimleri alanında yazılmış bir makale
çalışmasının sağlayabileceği somut faydayı sunmak, sosyal bilimci için kolay
değildir. Örneğin bir mühendislik makalesinden elde edilen bulgularla daha
sağlam bir köprü inşa edilip bir tıp makalesinden elde edilen bulgularla bir
hastalığın tedavisine yönelik ilaçlar geliştirilerek insan hayatına somut fayda
sağlanabilir. Sosyal bilimlerin ise doğası gereği soyut, uzun vadeli ve dolaylı
sonuçlar üretmesi, sosyal bilimcinin kendine şu soruyu sormasına sebep
olabilir:
“Bunca emeğim ne işe yarıyor?”
“Bu çalışmamla kimin hayatına nasıl dokunacağım?”
Aslında bu tür
sorular, yazının başında örneklerini verdiğim hakem sorularının yazarın iç
sesine yansımış hâlidir. Yayın yapmış olmak için yapmak, puan toplamak, akademik
teşvik almak, “bir an önce” bir şeyler olmak (örn. doçent, prof. vb.) gibi
amaçları olan akademisyenlerin bu türden soruları “hakem sormadıkça” akıllarına
bile getirmediklerini, dolayısıyla bu türden sorularla pek ilgilenmediklerini
söyleyebiliriz. Aslında bu yazımda ben de ne o türden akademisyenlerle ne de bu
gibi amaçlarının sebepleriyle (örn. sistem dayatması, yayın baskısı, kişilik
özellikleri vb.) ilgileniyorum. Benim bu yazımda kısaca ele almaya çalıştığım,
tam olarak bu tür sorularla dertlenip “varoluşsal bir boşluk hissine” kadar
sürüklenebilen akademisyenler ve o akademisyenlerin psikolojik durumları.
Bilimsel
çalışmalarıyla toplumsal fayda sağlayamadığını/sağlayamayacağını düşünüp
kaygılanan bir akademisyenin bu kaygısının arka planında “anlam arayışı”
yatıyor olabilir. Çünkü insan psikolojisinin en önemli motivasyonlarından biri,
hayatta bir anlam bulma isteğidir. Hayatı mesleğiyle anlam kazanmış, mesleğiyle
var olmuş ya da hayattaki anlamını mesleğiyle özdeşleştirmiş bir akademisyenin
bu türden bir kaygıya düşmesi son derece muhtemeldir. Zira bilimsel üretimini
“toplumsal fayda ya da somut fayda sağlamıyor” diye anlamsız bulması, hayatını
da anlamsız bulmasına sebep olabilir. Bu anlamsızlık hissi, akademisyenin imposter sendromu yaşamasını da
beraberinde getirebilir. Imposter sendromu, bir akademisyenin kendi akademik
zümresinde (akademik üretimle ilgilenen, akademik değerlendirme yapan ve/veya
değerlendirme kurallarını belirleyen akademisyen topluluğu) başarılı sayılsa
bile “gerçek dünyada işe yarar” olmadığını düşünerek kendini bir sahtekârmış
gibi hissetmesi olarak ifade edilebilir.
Akademisyenin
imposter sendromu yaşayıp aslında başarılı olmadığını düşünerek kendini bir
sahtekârmış gibi hissetmesi, farklı unsurlarca daha da körüklenebilir. Örneğin
akademisyenin toplumdan aldığı eleştiriler, imposter sendromunun sebep olduğu
“sahtekârlık” ya da “yetersizlik düşüncesinden doğan anlamsızlık” hissini
şiddetlendirebilir. Toplum, akademisyenin gerçek hayattan kopuk, soyutlanmış ve
entelektüel bir dünyada yaşadığını düşünüp “Fildişi kulelerde yaşıyorsunuz,”
diyerek akademisyeni eleştirebilir (hatta edebiyatta da bu durum, kendini
toplumdan soyutlayıp kendi estetik dünyalarında mutlu olan ve sadece sanat için
sanat yapan yazarları ifade etmek için “fildişi kule edebiyatı” olarak ifade
edilir). Toplumdan gelen “fildişi kule”
eleştirisi, akademisyenin bilimsel üretimiyle örmüş olduğu “ayrıcalıklı bilgi duvarının” bir sonucudur.
Zira akademisyenin bilimsel üretimi (makaleleri, projeleri, tezleri, kitapları
vb.), akademik zümrenin değerlendirmesine tabiidir. Dolayısıyla bilimsel üretim
dili son derece soyut, teknik, jargon dolu ve teoriktir. Tüm bunlar, bilimsel
üretimin başarılı olarak değerlendirilebilmesi için akademik zümre tarafından
şart koşulur. Öte yandan atıf sayısı, saygın dergilerde yayın yapmak vb. diğer
koşulların da akademik zümre tarafından dayatılması, akademisyenin (belki)
istemeden de olsa toplumla arasına ördüğü ayrıcalıklı bilgi duvarının üzerine
sıva olur ve bu duvarı sağlamlaştırır. Bu sebeple akademisyen, bilimsel
üretimini aslında toplum için değil, akademik zümre için yapmış olur. Böylece
akademik zümre, onun için bir fildişi kuleye dönüşür.
Fildişi kuleye
hapsolmuş hisseden veya fildişi kulesinde mutlu olan bir akademisyenin bilimsel
üretim dili sadece soyut, teknik ve jargon dolu değil, aynı zamanda ve
çoğunlukla edilgendir. Akademisyen
çoğu zaman akademik zümre tarafından kendi bilimsel üretimi içinde kendinden
“üçüncü şahıs olarak bahsetmek” mecburiyetinde bırakılır. Bu durum (metnin
anlaşılırlığını düşürmesi bakımından) akademisyenin sadece toplumla arasına
duvar örerek toplumdan uzaklaşmasına değil, kendine de yabancılaşmasına yol
açabilir. Kendinden yabancılaşma hissi akademisyenin, çalışmasının toplumsal
faydaya dönüşmemesini içsel sebeplere bağlayarak kendini suçlamasına yol
açabilir. Akademisyenin “yeterince iyi bir konu seçemedim,” “yeterli bir
araştırmacı değilim” gibi içsel atıfları,
kendinden yabancılaşma hissiyle birleşerek önemli motivasyon kayıplarına ve
imposter sendromuna yol açabilir.
Medyanın (örn.
sosyal medya ve ana akım medya) gerçeklikten ya da halktan kopuk açıklamalar
yapan ve fildişi kulesinde mutlu mesut yaşayan bir akademisyen üzerinden yola
çıkıp tüm akademisyenlere yönelik aşırı genelleme yapması ya da buna vesile
olması da kendini yetersiz hisseden bir akademisyenin imposter sendromunu tetikleyebilir.
Öte yandan bir akademisyen, medyada kendi alanında daha popüler olan,
araştırmalarıyla doğrudan bir politikaya yön verebilen diğer akademisyenlerle
veya özel sektörde daha görünür veya pratik işler yapan profesyoneller ve
girişimcilerle kendini karşılaştırması
(sosyal karşılaştırma) sonucunda da bir yetersizlik hissine kapılıp yine imposter
sendromu yaşayabilir.
Yukarıda
yazdıklarım, bir sosyal bilimci olarak bir süredir üzerinde düşündüğüm ve
kendimce tartıştığım “içsel konuşmalarımın” yazıya geçmiş hâlidir. Alan
editörlüğünü yaptığım bir makale çalışmasına gelen hakem yorumunu okurken bu
düşüncelerim tetiklendi ve yazıya dönüştü. Hakem, “Bulgularınızın pratik
faydasını ifade etmemişsiniz. Çalışmanızın pratik faydasını tartışmanız
gerekiyor,” diye belirtmişti değerlendirme raporunda. Yazıma sorularla
başlamıştım, sorularla bitirmek isterim:
Aslında bilimsel çalışmalara toplumsal faydayı
tartışma bölümü eklemek de akademik zümre tarafından dayatılan bir “formattan”
ibaret değil mi? Yani hakem ya da yazar “gerçekten” de toplumsal faydayı
gözeterek mi o çalışmayı yapıyor/değerlendiriyor?
Akademisyeni hem toplumla arasına ayrıcalıklı
bilgi duvarı örmeye zorlayıp hem de ondan toplumsal fayda sağlamasını beklemek
de bir çelişki değil mi?
Her bilim dalının kendine özgü özellikleri
olduğunu düşündüğümüzde “pozitivist bilimlerin formatını sosyal bilimlere
kopyalayıp” sosyal bilimciden kısa süreli ve somut toplumsal fayda sağlamasını
beklemek ne kadar doğru? (bu sorum hem topluma hem de akademik zümreye)
Son olarak fildişi
kulelerinde mutlu olan veya toplumsal fayda/somut fayda sağlayamadığını
düşündüğü için imposter sendromu yaşayan meslektaşlarıma sorularım:
Bilimsel üretimi toplum için mi yoksa bilim
(akademik zümre) için mi yapıyorsunuz? Yoksa sadece kendiniz için mi?
Fildişi kulesine hapsolmuş hissedip imposter
sendromu yaşayanlardan mısınız yoksa fildişi kulesinde mutlu olanlardan mı?
Yorum ve
görüşlerinizi bekliyorum=)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder