13 Temmuz 2021 Salı

Occam'ın Usturası ve Günlük Hayattaki Yansımaları Üzerine

 

Çoğu zaman karmaşık düşüncelerle beynimizi yorabiliyoruz. Karşılaştığımız bir olay ya da durumu basit ya da akla ilk gelebilecek bir sebeple açıklamak yerine dallanıp budaklandırabiliyor ve gereksiz düşüncelerle işin içinden çıkamayacak bir hâle bürünebiliyoruz. Bu durum sadece günlük hayatta karşılaştığımız olaylar, durumlar ya da kişisel ilişkilerde değil, akademik ve bilimsel konularda da karşımıza çıkabiliyor. Örneğin bilimsel bir makale yazarken makalenin özet kısmı çoğunlukla 100 kelime ile sınırlandırılır. 100 kelime ile koca makaleyi en iyi şekilde özetlemeniz, sade bir şekilde makaleyi sunmanız beklenir. Ya da bilimsel bir model geliştirirken kuracağınız modelin sade, anlaşılır ve karmaşıklıktan uzak olması, o modelden en iyi sonucu elde etmeniz için oldukça önemlidir. Sadelik ise sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Ne de olsa Leonardo Da Vinci’nin de söylemiş olduğu üzere “Sadelik, en yüksek gelişmişlik düzeyidir.”

Günlük hayatta sadelik ya da sadeleşme için Ockham’ın Usturası ilkesi benimsenebilir. Felsefede bir tutumluluk ilkesi olarak ifade edilen ve zamanda Occam’ın Usturası biçiminde anılan söz konusu ilke, zorunlu olmadıkça olasılıkların çoğaltılmaması gerektiğini ifade eder. Zira felsefede ustura, olasılık dışı açıklamaları ortadan kaldırmak ve gereksiz eylemlerden kaçınmak için kullanılan bir metafordur. “Peki Occam da nereden geliyor?” derseniz kelimenin, mucizeler fikrini savunmak için basitliği tercih eden Ockhamlı rahip William’dan geldiğini söyleyebiliriz.

Occam’ın usturası ilkesine göre en basit ve sade olan açıklama, genellikle en doğru olan açıklamadır. Tabii burada basitlikten “kolaylık” manasının çıkarılması gerekip gerekmediğini sorgulayabiliriz. Zira söz konusu ilke farklı şekillerde yorumlanmış ve kimi yerde sadelik kimi yerde ise basitlik vurgusu yapılmıştır. Basitlik ve sadelik ise aslında birbirinden oldukça farklı kavramlardır. Bu yazıda daha çok sadelik açısından söz konusu ilkeyi ele alıp günlük hayattaki yansımalarını kısaca açıklamaya çalışacağım.

Occam’ın usturası metaforundaki usturanın gereksiz varsayımların tıraşlanmasını ifade ettiğini belirtmiştim. Dolayısıyla Mısır piramitlerinin nasıl yapıldığını sorgularken bunu uzaylılara bağlıyor iseniz Occam’ın usturasından pek nasiplenmemişsiniz demektir. Çünkü uzaylıları işin içine dâhil ettiğinizde açıklanması gereken yeni sorularla karşılaşırsınız: Uzaylılar ne zaman geldi? Mısırlılara neden/nasıl yardım ettiler? Bizi gözetliyorlar mı? Neden piramitleri inşa ettiler? vb. pek çok soru gibi… Oysaki Antik Mısırlı binlerce işçinin beden gücüyle taş blokları kaydırarak ya da beton dökme tekniğiyle piramitlerin inşa edildiğini açıklarsanız Occam’ın usturası sizinle demektir. Zira söz konusu açıklamalar akla daha yatkın, basit ve sade olduklarından yeni sorular doğurma olasılıkları düşer. Ve genellikle de bu tür açıklamalar en doğru olandır. Tabii Occam’ın usturası ilkesini benimsiyor iseniz.

Peki insanlar karmaşık bir varsayıma inanmayı, sade bir varsayıma inanmaya neden daha çok tercih ederler? Beynimize işkence etmeyi sevdiğimiz için mi? Büyük İskender gibi Gordion düğümünü kılıçla çözmek dururken-ki burada İskender’in, Occam’ın usturasının ilk temsilcilerinden olduğunu anlayabiliriz=)-neden varsayımları çoğaltarak hem kendimizi yorarız hem de sorunu çözümden uzaklaştırırız? Occam’ın usturası yerine “şeytan ayrıntıda gizlidir” mottosunu benimsemek tabii ki tercih meselesidir. Hatta belki de gereklidir; fakat Occam usturası da fazla ve gereksiz düşüncelerle kafa yoranlar için kurtarıcı bir ilke olabilir.

Büyük İskender Gordion düğümünü kılıç darbesiyle çözerken

Öte yandan insan ilişkilerinde ise Occam’ın usturası çoğu zaman kullanışlı bir ilke olmayabilir. Örneğin konuşurken Occam’ın usturasını benimserseniz çok gereksiz ya da boş konuşmamış olursunuz. Genellikle kısa ve net ya da az ve öz konuşursunuz. Böyle bir durumda ise “ay bu da hiç konuşmuyor, dut yemiş bülbül gibi, ağzı var dili yok” vb. eleştirilere maruz kalabilirsiniz. Yani konuşurken kullandığınız kelime sayısı açısından ekonomik davranmayı benimsemiş olsanız bile “çok laf, az iş” mottosunu benimseyen insanlar arasında takdir görmeniz pek mümkün olmayabilir. Hâl böyle olunca siz de ortama ayak uydurmak için çok ve boş konuşmayı deneyebilirsiniz; fakat o da ne?! Bu sefer de “ay bu da ne geveze, ne boş konuşuyor” şeklinde eleştirilerden nasibinizi alırsınız; sonunda günlük hayatta asıl işleyenin Occam’ın usturası ilkesi değil, Murphy kanunları olduğunu anlarsınız. Tıpkı makyaj yapınca “ay o ne kızzz, düğüne mi gidiyosun, hahaha!”, makyaj yapmadığınızda ise “kızz hasta mısın, yüzün gözün solmuşş!”, “yüzüne bir şeyler sürseydin keşkee!” vb. yorumlar gibi. Bu noktada Occam’ın usturası ilkesi benimsenerek yazılmış ve çok sevdiğim Göksel tarafından seslendirilmiş şu şarkı sözleriyle yazıyı sonlandırmak isterim:

“Boş ver kılıfımı boş ver, benim içim güzel

  Boş ver süsü püsü boş ver, sade sade bana gel.”


2 Temmuz 2021 Cuma

Konuştuğun Dil, Kaderin Midir?

Konuştuğumuz dil, düşünce yapımızı şekillendirir mi? Ana dilimiz, dünyayı nasıl algıladığımız üzerinde etkili mi? Sapir-Whorf hipotezi, bu soruları ortaya atmış ve ana dilimizin düşünce yapımızı ve dünyayı algılayışımızı etkilediğini öne sürmüştür.

Dilbilimci Edward Sapir ve ondan etkilenerek mühendis olmasının yanında dilbilime gönül verip çalışmalar yapan Benjamin Lee Whorf, farklı zamanlarda yaptıkları çalışmalarla ana dilin düşünce yapısı ve algılama üzerinde etkili olduğunu ifade etmişlerdir. Destekledikleri bu görüş de zamanla Sapir-Whorf hipotezi olarak anılmaya başlamıştır.

Sapir-Whorf hipotezinden yola çıkarsak şöyle bir çıkarım yapabiliriz: Bir Alman ve bir Türk, konuştukları dilden dolayı dünyayı aynı şekilde algılamazlar ve düşünce yapıları da birbirinden oldukça farklıdır. Burada “bir Alman, bir İngiliz, bir Fransız ve bizim Temel” ile başlayan fıkraları anmadan olmaz tabii=). Konumuza dönecek olursak söz konusu hipotez, kendi dilimiz ya da kullandığımız sözcükler (dolayısıyla kelime hazinesinin genişliğinin önemi burada ortaya çıkıyor) kadar dünyayı algıladığımızı ifade eder. Dilde sözcüklerin nasıl konumlandırıldığı, nasıl türetildiği (sondan ekleme vb. gibi), sözcük sayısı  vb. her unsur, düşünce ve algıyı şekillendirir. Dolayısıyla eylemi cümlenin sonunda olan Türkçe ve Japonca gibi dilleri konuşanlar süreç odaklı, eylemi özneden hemen sonra gelen İngilizce ve Almanca gibi dilleri konuşanların ise eylem odaklı düşünce yapılarına sahip oldukları düşünülebilir. Zira İngilizce ve Almanca konuşulan ülkelerde sonuç odaklı hareket edildiği ve “evet” ya da “hayır” gibi sonuç bildiren kelimelerin daha kolay bir şekilde kullanıldığına şahit olabiliriz. Öte yandan Türkiye ve Japonya’da ise kolay kolay “evet” ya da “hayır” gibi sonuç odaklı kelimeler direkt olarak pek söylenmez. Önce evet ya da hayır cevabının sebebi açıklanır, sonra evet ya da hayır denir, sonra da “ama” ile devam edilir=)

Sapir-Whorf hipotezini esnek bir şekilde ele alırsak aynı dili konuşan iki insanın, kullandıkları kelimelerle dünyayı algılayabileceklerini ve düşünce yapılarını şekillendirebileceklerini söyleyebiliriz. Zira hipotez, düşünce yapısını kullanılan kelimelerin şekillendirdiğini de ifade etmektedir. Kimisi günü sadece yirmi kelime kullanarak geçirirken kimisi, kelime hazinesinin de elverdiği ölçüde daha çeşitli kelimeler kullanarak günlük hayatına devam edebiliyor. Kişinin ana dilinde kelime bilgisi ne kadar az ise o kadar dar kapsamlı düşünebileceğini, söz konusu hipotezi arkamıza alarak öne sürebiliriz.

Peki insanlar ortak bir dilde buluşursa ne olur? Yani Tolkien evreninin ortak dili Westron, ya da dünyamızda en yaygın kullanılan dil olması sebebiyle ortak dil olarak kabul edilen İngilizce gibi bir dili konuşarak herkes aynı düşünce yapısına sahip olabilir mi? Hipoteze göre hayır. Zira İngilizce konuşuyor olsanız bile ana dilinizine göre dünyayı algılamaya ve düşünce yapınızı şekillendirmeye devam edersiniz. İngilizce konuşan biriyle anlaşmak için İngilizce cümle kurmadan önce Türkçe düşünüp düşündüklerinizi İngilizceye çevirmeye çalışırsınız mesela. İşte bu durum, ana dilin düşünce yapımızdaki etkisini ortaya koyar. Tabii ki burada yurtdışında yetişmiş ve farklı dilleri “ana dili” gibi konuşan kişilerin düşünce yapılarını da incelemek gerekir. Örneğin hem Türkçeyi hem de Almancayı ana dili gibi bilip konuşan kişiler, Almancanın sonuç odaklılığı ve Türkçenin süreç odaklılığı arasında bir yerlerde midir? Bu konu araştırılmaya muhtaç görünüyor.

Ortak bir dilde buluşmaktan konu açılmışken günümüzde emojiler aracılığıyla dünya üzerinde herkesin ortak bir iletişim aracı kullandığını söyleyebiliriz; fakat emojileri dil olarak değerlendirme yanılgısına düşmemekte fayda var. Hatta ne yazık ki aşırı emoji kullanımı sebebiyle cümle kurmaktan muzdarip/cümle kurmayı unutan insanların sayısı gün geçtikçe çoğalıyor. Emojilerle ilgili beni rahatsız eden bir diğer durum da bir dönem sosyal medyada bir hayli popüler olmuş olan bir benzetme:


Evet, platform Antik Mısır platformum değil; ama yine de Antik Mısır’a selam göndermeden yapamadım=) İlgili görselde vahim bir şekilde emojiler Antik Mısır hiyerogliflerine benzetilmiş. Hiyerogliflere yapılan bu haksızlığı kınadığımı belirtmekle birlikte emoji kullanmadan mesaj attığım zaman moralimin bozuk, canımın sıkkın ya da trip attığımı düşünen arkadaşlarıma da emojileriniz bol olsun diyorum=) Emoji dönemi öncesinde kullandığımız (=), =(, =/, =s, =d vb.) işaretler de ne yazık ki günümüz emoji evreninde duygularımızı aktarmakta yetersiz ya da karşı tarafa karşı mesafeli olduğumuz yönünde algılanabiliyor. Ya da belki de gerçekten böyle bir duruşumuz olduğunu belirtmek için emojiler yerine bahsi geçen işaretleri kullanabiliyoruz. Bu durumu da “Dil Beklenti Teorisi” ile açıklamak mümkün aslında; fakat konudan çok sapmamak için söz konusu teoriyi başka bir yazıya bırakayım.

Sapir-Whorf hipotezinden yola çıkarsak Konuştuğumuz dilin zaman algımızı da şekillendirdiğini de düşünebiliriz. Zaten bu yönüyle hipotez, Arrival (Geliş) adlı filme konu olmuştur. Filmde dünyamıza gelen uzaylıların (hektapotlar) dilini çözen dilbilimcimiz, lineer zaman algısından sıyrılıp dairesel zaman algısıyla düşünmeyi ve böylece zamanın ötesine geçmeyi başarır. Zira konuştuğumuz dilden ve diğer dillerden de anlaşılacağı üzere zaman algımız lineerdir. Geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman olmak üzere bir düzlem boyunca ilerleyen bir zaman algımız var.


(Arrival filmindeki hektapotların dairesel zaman algısı temelli yazı dilleri)

Hipotezi daha da irdeleyecek olursak konuştuğumuz dilin zaman algımızı şekillendirdiği sonucu ortaya çıkar. Peki gerçekten de dil mi zaman algımıza yön veriyor yoksa zaman mı dilimizi şekillendiriyor? Zaman algımız olan lineer zaman, neden-sonuç ilkişkisine bağımlıdır. Dairesel zaman algısı ise neden-sonuç ilişkisinden bağımsızdır. Dairesel zaman demişken Shirley Jackson’ın Tepedeki Ev romanından uyarlanmış bir dizi olan The Haunted of Hill House (1. Sezon)’da Nell karakterinin sözlerine de değinmek gerekir. Nell’in de dediği üzere zaman doğrusal değildir. Zira diziyi izleyenler hatırlayacaklardır ki karakterimiz “bent-neck lady” olarak çocukluk haline gözüküp onu korkutmaktadır, yani zaman içinde gezinmektedir. Burada akıllara şu soru gelebilir: Nell bent-neck lady olarak çocukluk halini korkutup onun ölümüne sebep olsaydı tarih sahnesinden yok olur muydu? Lineer zaman algına göre evet. Fakat Arrival filmindeki hektapotların dairesel zaman algısına göre hayır. Bu durum sadece yeni bir paralel evren  yaratırdı ve orada Nell, meydana gelmezdi. Bu arada zaman algısıyla ilgili kafanız yeteri kadar karışmadıysa daha çok kafa karışıklığı için Dark’ın tüm sezonları izlenebilir. 

(Nell karakterinin döngüsel bir zaman içinde olduğunu ifade edebilecek replikleri)

Sonuç olarak Sapir-Whorf hipotezine göre konuştuğumuz dil düşünce yapımızı, dünyayı algılayışımızı ve zaman algımızı etkilemektedir. Bu önermeden yola çıkarak şöyle bir akıl yürütme yaparsam çok mu zorlama olur? Bunu size bırakıyorum:

Dil düşünceyi ve algılayışı etkiler-düşünce ve algılayış, seçimlerimizi etkiler-seçimler, kaderimizi şekillendirir. Dolayısıyla dil kaderi etkiler.

Yani “doğduğun ev, kaderindir” gibi “konuştuğun dil, kaderindir” çıkarımı yapabilir miyiz? Bence üzerinde düşünmeye değer=)

Mor Nazar Boncuğunun Bana Çağrıştırdıkları

Geçtiğimiz günlerde yeni bir dükkân açan yakın arkadaşıma hediye olarak mor bir nazar boncuğu getirdim. Arkadaşımın mor nazar boncuğuna verd...