Çoğu zaman karmaşık düşüncelerle
beynimizi yorabiliyoruz. Karşılaştığımız bir olay ya da durumu basit ya da akla
ilk gelebilecek bir sebeple açıklamak yerine dallanıp budaklandırabiliyor ve
gereksiz düşüncelerle işin içinden çıkamayacak bir hâle bürünebiliyoruz. Bu durum
sadece günlük hayatta karşılaştığımız olaylar, durumlar ya da kişisel ilişkilerde
değil, akademik ve bilimsel konularda da karşımıza çıkabiliyor. Örneğin bilimsel
bir makale yazarken makalenin özet kısmı çoğunlukla 100 kelime ile
sınırlandırılır. 100 kelime ile koca makaleyi en iyi şekilde özetlemeniz, sade
bir şekilde makaleyi sunmanız beklenir. Ya da bilimsel bir model geliştirirken
kuracağınız modelin sade, anlaşılır ve karmaşıklıktan uzak olması, o modelden
en iyi sonucu elde etmeniz için oldukça önemlidir. Sadelik ise sanıldığı kadar
kolay bir iş değildir. Ne de olsa Leonardo Da Vinci’nin de söylemiş olduğu
üzere “Sadelik, en yüksek gelişmişlik düzeyidir.”
Günlük hayatta sadelik ya da
sadeleşme için Ockham’ın Usturası ilkesi benimsenebilir. Felsefede bir
tutumluluk ilkesi olarak ifade edilen ve zamanda Occam’ın Usturası biçiminde
anılan söz konusu ilke, zorunlu olmadıkça olasılıkların çoğaltılmaması
gerektiğini ifade eder. Zira felsefede ustura, olasılık dışı açıklamaları
ortadan kaldırmak ve gereksiz eylemlerden kaçınmak için kullanılan bir
metafordur. “Peki Occam da nereden geliyor?” derseniz kelimenin, mucizeler
fikrini savunmak için basitliği tercih eden Ockhamlı rahip William’dan
geldiğini söyleyebiliriz.
Occam’ın usturası ilkesine göre
en basit ve sade olan açıklama, genellikle en doğru olan açıklamadır. Tabii
burada basitlikten “kolaylık” manasının çıkarılması gerekip gerekmediğini
sorgulayabiliriz. Zira söz konusu ilke farklı şekillerde yorumlanmış ve kimi
yerde sadelik kimi yerde ise basitlik vurgusu yapılmıştır. Basitlik ve sadelik
ise aslında birbirinden oldukça farklı kavramlardır. Bu yazıda daha çok sadelik
açısından söz konusu ilkeyi ele alıp günlük hayattaki yansımalarını kısaca
açıklamaya çalışacağım.
Occam’ın usturası metaforundaki
usturanın gereksiz varsayımların tıraşlanmasını ifade ettiğini belirtmiştim. Dolayısıyla
Mısır piramitlerinin nasıl yapıldığını sorgularken bunu uzaylılara bağlıyor
iseniz Occam’ın usturasından pek nasiplenmemişsiniz demektir. Çünkü uzaylıları
işin içine dâhil ettiğinizde açıklanması gereken yeni sorularla
karşılaşırsınız: Uzaylılar ne zaman geldi? Mısırlılara neden/nasıl yardım
ettiler? Bizi gözetliyorlar mı? Neden piramitleri inşa ettiler? vb. pek çok
soru gibi… Oysaki Antik Mısırlı binlerce işçinin beden gücüyle taş blokları
kaydırarak ya da beton dökme tekniğiyle piramitlerin inşa edildiğini
açıklarsanız Occam’ın usturası sizinle demektir. Zira söz konusu açıklamalar akla
daha yatkın, basit ve sade olduklarından yeni sorular doğurma olasılıkları
düşer. Ve genellikle de bu tür açıklamalar en doğru olandır. Tabii Occam’ın
usturası ilkesini benimsiyor iseniz.
Peki insanlar karmaşık bir
varsayıma inanmayı, sade bir varsayıma inanmaya neden daha çok tercih ederler? Beynimize
işkence etmeyi sevdiğimiz için mi? Büyük İskender gibi Gordion düğümünü kılıçla
çözmek dururken-ki burada İskender’in, Occam’ın usturasının ilk
temsilcilerinden olduğunu anlayabiliriz=)-neden varsayımları çoğaltarak hem
kendimizi yorarız hem de sorunu çözümden uzaklaştırırız? Occam’ın usturası
yerine “şeytan ayrıntıda gizlidir” mottosunu benimsemek tabii ki tercih
meselesidir. Hatta belki de gereklidir; fakat Occam usturası da fazla ve
gereksiz düşüncelerle kafa yoranlar için kurtarıcı bir ilke olabilir.
![]() |
Büyük İskender Gordion düğümünü kılıç darbesiyle çözerken |
Öte yandan insan ilişkilerinde
ise Occam’ın usturası çoğu zaman kullanışlı bir ilke olmayabilir. Örneğin
konuşurken Occam’ın usturasını benimserseniz çok gereksiz ya da boş konuşmamış
olursunuz. Genellikle kısa ve net ya da az ve öz konuşursunuz. Böyle bir
durumda ise “ay bu da hiç konuşmuyor, dut yemiş bülbül gibi, ağzı var dili yok”
vb. eleştirilere maruz kalabilirsiniz. Yani konuşurken kullandığınız kelime
sayısı açısından ekonomik davranmayı benimsemiş olsanız bile “çok laf, az iş”
mottosunu benimseyen insanlar arasında takdir görmeniz pek mümkün olmayabilir.
Hâl böyle olunca siz de ortama ayak uydurmak için çok ve boş konuşmayı
deneyebilirsiniz; fakat o da ne?! Bu sefer de “ay bu da ne geveze, ne boş
konuşuyor” şeklinde eleştirilerden nasibinizi alırsınız; sonunda günlük hayatta
asıl işleyenin Occam’ın usturası ilkesi değil, Murphy kanunları olduğunu
anlarsınız. Tıpkı makyaj yapınca “ay o ne kızzz, düğüne mi gidiyosun, hahaha!”,
makyaj yapmadığınızda ise “kızz hasta mısın, yüzün gözün solmuşş!”, “yüzüne bir
şeyler sürseydin keşkee!” vb. yorumlar gibi. Bu noktada Occam’ın usturası
ilkesi benimsenerek yazılmış ve çok sevdiğim Göksel tarafından seslendirilmiş
şu şarkı sözleriyle yazıyı sonlandırmak isterim:
“Boş ver kılıfımı boş ver, benim
içim güzel
Boş ver süsü püsü boş ver, sade sade bana gel.”