Konuştuğumuz dil, düşünce yapımızı şekillendirir mi? Ana dilimiz, dünyayı nasıl algıladığımız üzerinde etkili mi? Sapir-Whorf hipotezi, bu soruları ortaya atmış ve ana dilimizin düşünce yapımızı ve dünyayı algılayışımızı etkilediğini öne sürmüştür.
Dilbilimci Edward Sapir ve ondan etkilenerek mühendis olmasının yanında
dilbilime gönül verip çalışmalar yapan Benjamin Lee Whorf, farklı zamanlarda
yaptıkları çalışmalarla ana dilin düşünce yapısı ve algılama üzerinde etkili
olduğunu ifade etmişlerdir. Destekledikleri bu görüş de zamanla Sapir-Whorf
hipotezi olarak anılmaya başlamıştır.
Sapir-Whorf hipotezinden yola çıkarsak şöyle bir çıkarım yapabiliriz: Bir
Alman ve bir Türk, konuştukları dilden dolayı dünyayı aynı şekilde algılamazlar
ve düşünce yapıları da birbirinden oldukça farklıdır. Burada “bir Alman, bir
İngiliz, bir Fransız ve bizim Temel” ile başlayan fıkraları anmadan olmaz
tabii=). Konumuza dönecek olursak söz konusu hipotez, kendi dilimiz ya da
kullandığımız sözcükler (dolayısıyla kelime hazinesinin genişliğinin önemi
burada ortaya çıkıyor) kadar dünyayı algıladığımızı ifade eder. Dilde
sözcüklerin nasıl konumlandırıldığı, nasıl türetildiği (sondan ekleme vb.
gibi), sözcük sayısı vb. her unsur,
düşünce ve algıyı şekillendirir. Dolayısıyla eylemi cümlenin sonunda olan
Türkçe ve Japonca gibi dilleri konuşanlar süreç odaklı, eylemi özneden hemen
sonra gelen İngilizce ve Almanca gibi dilleri konuşanların ise eylem odaklı
düşünce yapılarına sahip oldukları düşünülebilir. Zira İngilizce ve Almanca konuşulan
ülkelerde sonuç odaklı hareket edildiği ve “evet” ya da “hayır” gibi sonuç
bildiren kelimelerin daha kolay bir şekilde kullanıldığına şahit olabiliriz.
Öte yandan Türkiye ve Japonya’da ise kolay kolay “evet” ya da “hayır” gibi
sonuç odaklı kelimeler direkt olarak pek söylenmez. Önce evet ya da hayır
cevabının sebebi açıklanır, sonra evet ya da hayır denir, sonra da “ama” ile
devam edilir=)
Sapir-Whorf hipotezini esnek bir şekilde ele alırsak aynı dili konuşan iki
insanın, kullandıkları kelimelerle dünyayı algılayabileceklerini ve düşünce
yapılarını şekillendirebileceklerini söyleyebiliriz. Zira hipotez, düşünce
yapısını kullanılan kelimelerin şekillendirdiğini de ifade etmektedir. Kimisi günü
sadece yirmi kelime kullanarak geçirirken kimisi, kelime hazinesinin de
elverdiği ölçüde daha çeşitli kelimeler kullanarak günlük hayatına devam
edebiliyor. Kişinin ana dilinde kelime bilgisi ne kadar az ise o kadar dar
kapsamlı düşünebileceğini, söz konusu hipotezi arkamıza alarak öne sürebiliriz.
Peki insanlar ortak bir dilde buluşursa ne olur? Yani Tolkien evreninin
ortak dili Westron, ya da dünyamızda en yaygın kullanılan dil olması sebebiyle
ortak dil olarak kabul edilen İngilizce gibi bir dili konuşarak herkes aynı
düşünce yapısına sahip olabilir mi? Hipoteze göre hayır. Zira İngilizce
konuşuyor olsanız bile ana dilinizine göre dünyayı algılamaya ve düşünce
yapınızı şekillendirmeye devam edersiniz. İngilizce konuşan biriyle anlaşmak
için İngilizce cümle kurmadan önce Türkçe düşünüp düşündüklerinizi İngilizceye
çevirmeye çalışırsınız mesela. İşte bu durum, ana dilin düşünce yapımızdaki
etkisini ortaya koyar. Tabii ki burada yurtdışında yetişmiş ve farklı dilleri “ana
dili” gibi konuşan kişilerin düşünce yapılarını da incelemek gerekir. Örneğin
hem Türkçeyi hem de Almancayı ana dili gibi bilip konuşan kişiler, Almancanın
sonuç odaklılığı ve Türkçenin süreç odaklılığı arasında bir yerlerde midir? Bu
konu araştırılmaya muhtaç görünüyor.
Ortak bir dilde buluşmaktan konu açılmışken günümüzde emojiler aracılığıyla
dünya üzerinde herkesin ortak bir iletişim aracı kullandığını söyleyebiliriz;
fakat emojileri dil olarak değerlendirme yanılgısına düşmemekte fayda var.
Hatta ne yazık ki aşırı emoji kullanımı sebebiyle cümle kurmaktan muzdarip/cümle
kurmayı unutan insanların sayısı gün geçtikçe çoğalıyor. Emojilerle ilgili beni
rahatsız eden bir diğer durum da bir dönem sosyal medyada bir hayli popüler
olmuş olan bir benzetme:
Evet, platform Antik Mısır platformum değil; ama yine de Antik Mısır’a
selam göndermeden yapamadım=) İlgili görselde vahim bir şekilde emojiler Antik
Mısır hiyerogliflerine benzetilmiş. Hiyerogliflere yapılan bu haksızlığı kınadığımı
belirtmekle birlikte emoji kullanmadan mesaj attığım zaman moralimin bozuk,
canımın sıkkın ya da trip attığımı düşünen arkadaşlarıma da emojileriniz bol
olsun diyorum=) Emoji dönemi öncesinde kullandığımız (=), =(, =/, =s, =d vb.)
işaretler de ne yazık ki günümüz emoji evreninde duygularımızı aktarmakta
yetersiz ya da karşı tarafa karşı mesafeli olduğumuz yönünde algılanabiliyor. Ya
da belki de gerçekten böyle bir duruşumuz olduğunu belirtmek için emojiler
yerine bahsi geçen işaretleri kullanabiliyoruz. Bu durumu da “Dil Beklenti Teorisi”
ile açıklamak mümkün aslında; fakat konudan çok sapmamak için söz konusu teoriyi
başka bir yazıya bırakayım.
Sapir-Whorf hipotezinden yola çıkarsak Konuştuğumuz dilin zaman algımızı da
şekillendirdiğini de düşünebiliriz. Zaten bu yönüyle hipotez, Arrival (Geliş) adlı
filme konu olmuştur. Filmde dünyamıza gelen uzaylıların (hektapotlar) dilini
çözen dilbilimcimiz, lineer zaman algısından sıyrılıp dairesel zaman algısıyla
düşünmeyi ve böylece zamanın ötesine geçmeyi başarır. Zira konuştuğumuz dilden
ve diğer dillerden de anlaşılacağı üzere zaman algımız lineerdir. Geçmiş,
şimdiki ve gelecek zaman olmak üzere bir düzlem boyunca ilerleyen bir zaman
algımız var.
![]() |
(Arrival filmindeki hektapotların dairesel zaman algısı temelli yazı dilleri) |
Hipotezi daha da irdeleyecek olursak konuştuğumuz dilin zaman algımızı
şekillendirdiği sonucu ortaya çıkar. Peki gerçekten de dil mi zaman algımıza
yön veriyor yoksa zaman mı dilimizi şekillendiriyor? Zaman algımız olan lineer
zaman, neden-sonuç ilkişkisine bağımlıdır. Dairesel zaman algısı ise
neden-sonuç ilişkisinden bağımsızdır. Dairesel zaman demişken Shirley Jackson’ın
Tepedeki Ev romanından uyarlanmış bir dizi olan The Haunted of Hill House (1. Sezon)’da
Nell karakterinin sözlerine de değinmek gerekir. Nell’in de dediği üzere zaman
doğrusal değildir. Zira diziyi izleyenler hatırlayacaklardır ki karakterimiz “bent-neck
lady” olarak çocukluk haline gözüküp onu korkutmaktadır, yani zaman içinde
gezinmektedir. Burada akıllara şu soru gelebilir: Nell bent-neck lady olarak
çocukluk halini korkutup onun ölümüne sebep olsaydı tarih sahnesinden yok olur
muydu? Lineer zaman algına göre evet. Fakat Arrival filmindeki hektapotların
dairesel zaman algısına göre hayır. Bu durum sadece yeni bir paralel evren yaratırdı ve orada Nell, meydana gelmezdi. Bu
arada zaman algısıyla ilgili kafanız yeteri kadar karışmadıysa daha çok kafa
karışıklığı için Dark’ın tüm sezonları izlenebilir.
![]() |
(Nell karakterinin döngüsel bir zaman içinde olduğunu ifade edebilecek replikleri) |
Sonuç olarak Sapir-Whorf hipotezine göre konuştuğumuz dil düşünce yapımızı,
dünyayı algılayışımızı ve zaman algımızı etkilemektedir. Bu önermeden yola
çıkarak şöyle bir akıl yürütme yaparsam çok mu zorlama olur? Bunu size
bırakıyorum:
Dil düşünceyi ve algılayışı etkiler-düşünce ve algılayış, seçimlerimizi
etkiler-seçimler, kaderimizi şekillendirir. Dolayısıyla dil kaderi etkiler.
Yani “doğduğun ev, kaderindir” gibi “konuştuğun dil, kaderindir” çıkarımı
yapabilir miyiz? Bence üzerinde düşünmeye değer=)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder