Animizmle ilgili yazıma geçmeden önce okuyucuya son derece animist biri olduğumu belirtmem gerekir. Örneğin yaptığım keki fırına “uğurladıktan” sonra arkasından el sallamam (uğurladığımız şeylerin genellikle “insanlar” olduğu göz önüne alınırsa burada “fırına göndermek”, “fırına koymak” vb. diğer ifadeler varken neden uğurlamak fiilini tercih ettiğim de animistlik derecemi gösteriyor olsa gerek=)), otomobil, bisiklet vb. kullandığım araçlara isim vermem ve onlarla duygusal bağ kurmam, evim ya da evimdeki eşyaların tozunu almadığım zaman bana küstüklerini düşünmem ve yazıyı çok fazla uzatmamak için burada sıralamadığım daha pek çok örnek, cansız varlıkların bir ruhu olduğuna gönülden inanmamla ilgilidir. Hayvanlara ve ağaçlara zaten değinmiyorum bile. Zira cansız varlıkların dahi ruhu olduğunu düşünen animist birinin hayvanların ve ağaçların ruhu olmadığını düşünmesi beklenemez. Peki bu girişi neden yaptım? Okuyucuya animist biri olduğum bilgisini neden verme ihtiyacı duydum? Bunu yazının sonlarına doğru anlayacaksınız.
İlk paragrafta verdiğim kişisel örneklerden de anlaşılabileceği üzere
animizm, doğadaki canlı ya da cansız her şeyin bir ruhu olduğuna yönelik
inanışla ilgilidir. İlk olarak antropolog Edward Tylor tarafından 1871 yılında Primitive Culture isimli eserde tüm
dinlerin temelini açıklamak için bir “din teorisi” olarak ortaya atılan animizm,
dinsel inancın ilkel insanların cansız nesnelere canlılık, yani ruh atfetme
yanılgısından kaynaklandığını ileri sürer. Peki ilkel insanlar cansız nesnelere
neden ruh atfetmişlerdir? Bunun sebebini Tylor, dini düşüncenin insanların
ruhlara ve ruhanî varlıklara inanmalarıyla başladığını öne sürerek açıklar. Ruhlara
inanç ise ilkel insanın uyku ve uyanıklık hâli arasındaki ayrımı yapamaması
sonucunda ortaya çıkar. Örneğin ilkel insan rüyasında bir yılanın saldırısına
uğramışsa gerçekte de yılanın saldırısına uğradığını düşünür ve buna uygun
sağaltma uygulamaları gerçekleştirir. Benzer şekilde, rüyasında ölmüş
akrabalarıyla ya da arkadaşlarıyla karşılaşan ilkel insan gerçekte de onların
ziyaret ettiğini düşünür. İlkel insanın rüyayla gerçek arasındaki farkı
algılayamamasından kaynaklı tüm bu düşünceleri, ilkel insanda bedenden çıkıp
dolaşan bir ruh olduğu düşüncesinin doğmasını beraberinde getirmiştir.
Ruh, ilkel insanın inancına göre gayet akışkan ve bir o kadar da
hareketlidir. İnsanın ağız ve burun gibi deliklerinden kolaylıkla girip
çıkabilir. Yokluğunda hastalık ve ölüm getirebilir. Ünlü antropolog James Frazer,
Altın Dal isimli eserinde bu konuyla ilgili çok çarpıcı bir örnek verir.
Frazer’ın örneğine göre ilkel insanlar, hasta insanların burun ve göbek
deliklerine ruhları uçup gitmesin diye, giderse de takılıp geri dönsün diye
balık oltası takmışlardır. Buna ek olarak uyuyan bir insanın uyandırılması da
ruhun söz konusu hareketliliği sebebiyle çok tehlikeli görülmüştür. Zira
uyurken ruhun bedeni terk ettiği düşünüldüğünden kişinin istemsizce
uyandırılmasıyla bedeni terk etmiş olan ruhun bedene tekrar dönemeyeceğinden,
böylece kişinin hastalanacağından endişe duyulmuştur. Ruhları burunlarından ve
ağızlarından kaçıp gitmesin diye bazı Afrika sultanlarının yüzlerini peçeyle
örtmeleri de ruhun hareketliliği ve ruhun beden deliklerinden kaçıp gidebilmesi
gibi inanışların bir sonucu olarak söz konusu eserde ifade edilmiştir. Hatta ilgili
eserde, günümüzde kullanılan “yüreği ağzına gelmek” deyiminin çıkış noktası da ruhun
hareketliliğine olan inançla ilişkilendirilmiştir.
James Frazer'in Türkçede Altın Dal olarak bilinen muhteşem eserinin kapak görseli |
Ruhun hareketliliğine olan inanç, ölen kişilerin ruhunun insanları terk
etmediğine, yaşayanlar arasında dolaştığına, hatta yaşayanların bedenlerine
girip çıkabildiğine yönelik inanışı beraberinde getirmiştir. Yaşayan insanların
deneyimledikleri iyi ve kötü olaylar, bedenlerine giren bu ruhlara
bağlanmıştır. Bu sebeple “ruhları memnun etmek için” onlara adak adamak, onlara
dua etmek ve kurban kesmek gibi uygulamalar başlamıştır. Canlılar arasında
dolaşan bu ruhların doğadaki ağaç, taş, kaya vb. herhangi bir şeyin içinde
olabileceğine yönelik inanç, canlı veya cansız her şeyin bir ruhu olabileceği
inancını doğurmuştur. Bu inanç sebebiyle ve tabii bu ruhları kızdırıp başlarına
kötü bir şey gelmesin diye ilkel insanlar, doğadaki her şeye saygılı davranmış,
her şeyi kutsal görmüşlerdir.
Ruhun her şeyin içinde olabileceğine, yani animizme yönelik inanışın
izlerini Türk mitolojisinde de görmek mümkündür. Türk mitolojisine göre ölmüşlerin
ruhları, onları hatırlayan ve anan kişiler oldukça yaşar. Ölmüşler artık
hatırlanmadıklarında ve anılmadıklarında ise ruhları yavaş yavaş “çözülmeye”
başlar. Çözülen ruhların parçaları eşyalara, taşlara, ağaçlara vb. her şeye
sirayet edebilir. Bu sebeple Türk mitolojisine göre de canlı veya cansız her
şeyin bir ruhu vardır. Bu noktada aklıma “Acaba Rowling, Harry Potter evrenini
oluştururken Türk mitolojisinden mi etkilendi?” sorusu gelmedi değil. Zira
Harry Potter evreninde büyücülerin “ruh parçalarını” barındıran hortcruxlar, oluşum mantığı itibarıyla
çözülen ruh parçalarına bir hâyli benziyor. Öte yandan koskoca Tolkien,
Yüzüklerin Efendisi evrenini yaratırken Dede Korkut hikâyelerinden (bakınız:
Tepegöz) etkilendiyse Rowling’in de Türk mitolojisinden etkilenmesi pekâlâ
mümkün.
İlkel insanların ruhla ilgili inanışı, ruhun hareketli olması, bu sebeple
her şeyin içinde olabilmesi ve beden deliklerinden uçup gidebilmesiyle sınırlı
değildir. İlkel insana göre ruh sadece bedeni aşkın bir şekilde doğadaki
canlı/cansız her şeyin içinde değil, bedenden çıkan saç, ter, tırnak vb. her
türlü kalıntının da içindedir. İşte bu sebepledir ki ilkel insanlar her türlü
bedensel kalıntısına, bu kalıntılar kötü niyetli kişilerin eline geçmesin ve
başlarına böylece kötü bir şey gelmesin diye sahip çıkmışlardır. Hatta
Madagaskar’daki Betsileo etnik grubunda Ramanga
diye tabir edilen kişiler, bu inanışın bir sonucu olarak kabile soylularının
dökülen kan, tırnak, saç vb. bedensel kalıntılarını yemekle (!)
görevlendirilmişlerdir. Zira ilkel insanlar, bedenlerinden çıkan bu tür
kalıntılarında ruhlarından bir parça olduğunu düşündüklerinden bu kalıntıları
ele geçiren birinin iyi veya kötü niyetinden ruhlarının, dolayısıyla
kendilerinin etkilenebileceğini düşünmüşlerdir.
İlkel insanların ruh ve/veya her şeyin bir ruhu olduğu inancını “ilkel”
buluyor veya bu tür inançların “çook geçmişte” kaldığını düşünüyorsanız
yanılıyor olabilirsiniz. Zira günümüz “modern” insanının da bu konuda ilkel
insanlardan pek aşağı kalır bir yanı yok. Örneğin konuyla ilgili okuduğum
akademik bir makalede Betsileo etnik grubunun “ilkel inanışının” modern bir
versiyonu hakkında bir örnek vardı. İlgili örnekte “modern” Amerikalıların AIDS
hastalarına “kan vermekten” çekindikleri belirtiliyordu. Makalenin yazarları,
bu çekinceyi Betsileo etnik grubundaki çekinceyle ilişkilendirerek açıklamış,
modern Amerikalıların AIDS’li bir hastaya kanlarını verirlerse kendilerinin de
bu hastalığa yakalanabileceğine inanmalarına bağlamışlardır. Dolayısıyla kanı, teri,
saçı vb. bedensel bir kalıntısı kötü niyetli birinin eline geçerse başına kötü
bir şey (hastalık vb.) geleceğine inanan ilkel atalarımızın bu inanışıyla,
kanını AIDS’li bir hastaya veren modern bir Amerikalının bu sebeple kötü bir
hastalığa yakalanabileceğine yönelik inanışı arasındaki benzerlik, modern insan
ile ilkel insan arasında sanıldığı kadar büyük bir farkın olmadığına bir işaret
olabilir. Öte yandan bu yazının başında animist biri olduğumdan bahsettiğimi ve
günlük hayatımdan buna ilişkin örnekler verdiğimi hatırlayınız. Bu konuda
yalnız olmadığıma eminim. Belki bu yazıyı okurken siz de animizm temelli
birtakım davranışlara sahip olduğunuzu fark etmişsinizdir. Kendi çevremden
örnek verecek olursam, bazı arkadaşlarımın ikinci el eşyaları ve antika
eşyaları, bu eşyaların önceki sahibinin ruhunu ve enerjisini taşıdıklarını,
onların enerjisiyle yüklendiklerini, bu enerjinin kendilerine iyi gelmeyeceğini
düşündükleri için almaktan kaçındıklarını söyleyebilirim. Dolayısıyla eşyanın
bir ruhu olduğuna ve ruhun hareketliliğine (bulaşıcılığına) yönelik inanışları sebebiyle arkadaşlarımın
da animist özellik gösterdiklerini ifade edebilirim.
Cansız varlıklara canlılık atfetmemiz, başka bir deyişle animist doğamız
belki de annelerimizin biz daha çocukken bitiremediğimiz yemekler için
söyledikleri “yemezsen arkandan ağlar amaa…” sözlerinin ya da ayağımızı
çarptığımız koltuk kenarlarını/masaları/sandalyeleri “azarlamalarının” bir
sonucudur. Belki de ilkel atalarımızdan gelen genetik bir mirastır. Kesin olan
bir şey var ki animizm, ilkel atalarımızla başlayıp onlarla bitmemiştir.
“Modern” dünyada da hâlâ varlığını sürdürmektedir. Hatta geçenlerde YouTube’da
denk geldiğim bir videoda içerik üreticisinin tam olarak şu uyarısına maruz
kaldım:
“Lütfen dökülen saçlarınızı
çöpe atmayınız. Saçınız bedeninizden kopmuş olsa da hâlâ sizinle bağlantı
hâlindedir. Dolayısıyla saçınızın çöpte kirlenmesi sizi de etkileyebilir. Bu
sebeple saçlarınızı toprağa gömünüz!”
İçerik üreticisinin söz konusu videosu altında bu uyarıyı ciddiye aldığını
söyleyen pek çok yorum vardı… (Bir not: Ben işi daha bu noktalara kadar
getirmedim, “yok yahu, bu kadar da değil, insanları bu kadar tribe sokmanın bir
âlemi var mı?!…” diyenlerdenim =))
“Lütfen eskimiş
kıyafetlerinizden yer bezi, toz bezi yapmayınız. Çünkü eşyalarınız sizin
enerjinizi (ruhunuzu) taşır. Bu yüzden yer bezi, toz bezi yaptığınız bu bezler
sıkıldıkça, kullanıldıkça, üzerine basıldıkça bu size olumsuz yönde geri döner,
size kötü şans getirir…”
Yukarıdaki sözler ise YouTube’da denk geldiğim bir diğer videoda içerik
üreticisi tarafından söyleniyordu. Videonun altında bu sözleri destekleyen pek
çok yorum vardı. Hatta bir daha ikinci el kıyafet almayacağını, eşyalarını
başkalarıyla paylaşmayacağını/ başkalarına vermeyeceğini, eskimiş eşyalarını
toz bezine dönüştürmek yerine saklayacağını (!) ifade eden pek çok “modern
insan” yorumu…
Bu “modern insan” yorumları, yukarıda örneğini verdiğim “modern
Amerikalıların” AIDS’li hastalara kan vermekten duydukları çekince, yazının
başında kendimle ilgili verdiğim örnekler ve çevremdeki bazı arkadaşlarımın
ikinci el eşyalara ve antika eşyalara olan bakış açılarını düşündüğümde James
Frazer’ın şu sözleri benim için daha da anlamlı bir hâle geldi:
““Bütün olup bitenlerden
sonra, bizim yabanıllara olan benzerliklerimiz, onlardan ayrıldığımız
taraflardan sayıca çok daha fazladır. Yüzlerce yıldır bize aktarılmakta olan
bir servetin mirasçıları gibiyiz biz. Bu nedenle yabanıl çağların ve ırkların
düşüncelerini gözden geçirirken onların hatalarına hakikatin peşinde koşarken
yapılmış kaçınılmaz sürçmeler olarak sevecenlikle bakmak ve günün birinde bizim
de gerek duyabileceğimiz hoşgörüyü göstermek akıllılık olacaktır”
Gerekli bir not= Her ne kadar animist biri olsam da ikinci el eşyalara ya
da eski eşyaların dönüştürülmesine yönelik yukarıda belirttiğim YouTube
yorumlarına katılmadığımı, bu yorumları doğru bulmadığımı söylemek isterim.
Çünkü bana göre eskimiş bir tişörtten çok az bir şey camları pırıl pırıl yapıyor.
Öte yandan YouTube’daki bu “modern insan yorumları”, ilkel insanların modern
insanlardan “doğaya olan saygı” noktasında ayrıldıklarını gösterir nitelikte.
Zira bir tişörtün üretilmesi için tonlarca su harcandığı göz önünde
bulundurulursa kaynakların korunması, böylece doğaya olan saygı ve çevreyi
korumak için ikinci el eşya kullanımı pekâlâ tercih edilebilir. Böylece
doğadaki her şeyin bir ruhu olduğunu düşünerek doğaya kutsallık atfetmiş olan
ilkel atalarımızın mertebesine “yükselebiliriz”. Oysaki günümüz “modern
insanının” tonlarca israf yaptığını, çılgınca tükettiğini, ağaçları, ormanları,
hayvanları, yani doğaya ait güzel olan ne varsa katlettiğini gördükçe doğaya
kutsallık atfedip ona gözü gibi bakan “ilkel atalarından” çoook uzaklaştığını
söylemek mümkün. Bu noktada kim ilkel (mecazi anlamda), kim modern? Bence
koskocaman bir soru işareti???