Gullar ve çarşambakarıları
çember şeklinde bir araya gelmişler, ormanda raks ediyorlardı. Hazen Kebira! Gördüğüm
heyula karşısında büyük bir helecana kapılmıştım. Tek isteğim onlara görünmeden
oradan kaçmaktı. İçlerinden biri beni görürse kaçmak için hiçbir şansım
kalmazdı. Beni hemen cin mahkemesine götürürlerdi. Orada hünsalar beni önce
sorgular, şansım varsa kendilerine hizmetçi yaparlardı. Ya da cism-i latifler
etrafımda dolanır, beni oradan oraya sürükleyip eğlenirlerdi. Şansım yoksa…
İşte o zaman ömrüm (!) battal bir kuyuda sonsuza kadar gulların heyulalarıyla
mücadele ederek ve işkenceler içinde geçerdi. Tam da bu düşünceler içinde
kıvranıp dururken arkamdan kakavan bir kadın seslendi. “Cin sofrasına ziyafet
olmak istemiyorsan benimle gel!” dedi. Kakavan kadının ürkütücülük konusunda,
raks eden gullar ve çarşambakarılarından pek de bir farkı yoktu. Gözleri beni
boğacakmış gibi dipsiz bir kuyu, ağzı beni yutacakmış gibi kulaklarına kadar
genişti. Teni ise yılan derisi gibi pul puldu. Elindeki bastonu sanki her an
yılan olup avına zehrini salıverecek gibi hareket edip duruyordu. Ama benim
ehven-i şeri seçmekten başka bir seçeneğim yoktu. İstemeye istemeye de olsa
kakavan kadının sözünü dinleyip peşine düştüm…
Yukarıdaki kısa hikâyeyi Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani adlı eserini
üçüncü kez okuyup bitirdikten sonra yazmak istedim. Yazar, söz konusu eserinde
peri, cin gibi batıl inançlarla saf halkın nasıl kandırılıp sömürüldüğünü
eğlenceli ve çarpıcı bir dille anlatır. Gulyabani daha sonra beyaz perdeye de
taşınarak Yeşilçam’da kendine yer bulur. Süt Kardeşler adlı filmde saf ve temiz
insanların Gulyabani ile korkutularak nasıl sömürülmeye çalışıldığı yine
eğlenceli ve çarpıcı bir şekilde gösterilir. Gulyabani’yi bloğuma taşımamın
sebebi ise tamamıyla kelimelere olan merakımdan geliyor. Zira okuduğum kitaplarda
ilgimi çeken ve yeni öğrendiğim kelimeleri kısa hikâyeler yazarak kullanmayı
çok seviyorum. Böylece kelimeleri daha kalıcı bir şekilde öğrenme imkânım
oluyor. Ayrıca eseri üçüncü okumamda bile bu denli eğlenmem ve yeni kelimeler
öğrenmem sebebiyle Gulyabani, bloğumda yer almayı sonuna kadar hak ediyor.
![]() |
1912 tarihli Gulyabani adlı eserin kapağındaki Gulyabani görseli |
Yukarıdaki hikâyemde muhtemelen ilk defa karşılaşacağınızı düşündüğüm
kelimeleri liste hâlinde aşağıda anlamlarıyla birlikte sıraladım. Umarım sizin
de yeni kelimeler ya da ifade biçimleri öğrenmenize vesile olabilirim. İşte Gulyabani’nin
bana göre ilgi çekici kelimeler ve ifadeler listesi:
Gul: (Farsça) Hayalet, hortlak (Yüzüklerin
Efendisi severlere bir not: Tokien’in kurgusal orta dünya evreninde Sauron’un
şeytani hizmetkârlarına verilen isim olan “Nazgul”un nereden türediği ortaya
çıkıyor).
Hünsa: (Arapça) Hem erkek hem de dişi üreme
hücresi meydana getiren iki cinsiyetli, erdişi (Not: Bu kelime bana Yunan
mitolojisindeki Hermes ve Afrodit adlı tanrı ve tanrıçanın ismini alan çift
cinsiyetlilik sendromunu ifade eden “hermafrodit” kelimesini çağrıştırdı).
Cism-i latif: (Arapça) Beş duyuyla kavranamayan melek,
cin vb. varlıklar.
Kakavan: Gulyabani adlı eserde ve benim yukarıdaki
hikâyemde “ihtiyarlamış, kocamış kadın” anlamına geliyor. Bir diğer anlamı ise “kendini
bir şey sanan, sevimsiz”.
Ehven-i şer: (Arapça) Kötü olanların içinde en iyi
seçenek.
Helecan: (Arapça) Kalp çarpıntısı, çırpıntı (Not: heyecan
ile karıştırmayınız).
Hazen Kebira: (Arapça) “Allahım sen büyüksün!”, “Aman
Allahım” gibi anlamlara gelen şaşırma ifadesi.
Çarşambakarısı: Ürkütücü masal varlıkları (Not: Evliya
Çelebi’nin paranormal anılarını anlattığı hikâyelerinde bu ifade bolca geçer. Ayrıca
Çarşamba geceleri evinde temizlik yapmış olanların evine gidip evi
pislettiğine, yarım kalmış işleri bozup karıştırdığına ve evdeki çocukları alıp
kaçırdığına inanılan hortlak türevi yaratıklar olarak da ifade edilirler. Bu
inanış günümüzde bazı yörelerde hâlâ devam etmekte olup Çarşamba günleri bu
sebeple ev süpürme, çamaşır yıkama vb. işlerin yapılmadığını da eklemek
isterim).
Heyula: (Arapça) Korkunç hayal.
Dikkat ettiyseniz hikâyemi bir sona erdirmeden (düğümü çözmeden) bıraktım. Zira
buradaki amacım, okuyucuda bir tür Zeigarnik etkisi oluşturmak. Böylece okuyucular
yarım kalmış olan bu hikâyeyi kendilerince bir sona bağlama ve gerilimi çözme
isteği duyabilirler. O zaman bir bonusla yazımı sonlandırayım:
Zeigarnik etkisi: İsmini, etkiyi literatüre kazandıran Rus
psikolog Bluma Zeigarnik’ten alır. Tamamlanmamış, yarım kalmış işlerin
tamamlanmış işlere göre daha çok akılda kaldığını ifade eden bir tür
psiklolojik etkidir. Zira tamamlanmamış bir iş olduğunda beyin, bu işi
tamamlamak isteyip gerilimi sonlandırma eğilimi gösterir. Bu sebeple
tamamlanmamış işler daha çok akılda kalır.